Mîna Urgan - Bir Dinazorun Anıları
İngiliz edebiyatı profesörü, yazar ve çevirmen olan Mîna Urgan bu otobiyografik kitabında anılarını ve pek çok konuya ait görüşlerini samimi ve akıcı bir dille anlatırken, ben de kendisiyle tanışmaktan çok büyük mutluluk duyduğum, kitaplarını okumaya mutlaka devam edeceğim bir yazar kazandım.
83 yaşında yazmaya başladığı bu yaşantı kitabına Mîna Urgan yaşlılık ve ölüm ile ilgili düşünceleriyle başlayıp, çocukluk ve gençlik yıllarını, ardından da siyasi anılarını anlatarak bitiriyor. Bunu yaparken bir insanın hayatına neleri ve kimleri sığdırabildiğini hayretle okuyoruz; üvey babası olan Falih Rıfkı Atay, 11 yaşında dans ettiği Mustafa Kemal, dostu Abidin Dino, Aziz Nesin, Behice Boran, Necip Fazıl, Orhan Veli, Sait Faik, Sabahattin Eyyüboğlu, 1o yıl asistanlığını yaptığı Halide Edip, bir çay ocağına gidip gidip dinlediği Neyzen Tevfik, aynı sofrada oturduğu Nazım Hikmet, Ahmet Haşim gibi isimlerle kurduğu ilişkiler kitabı keyifle okumamda çok büyük katkı sağladı.
Kitaba ismini de veren dinazorluk kavramına gelince, Mîna Urgan bunu şöyle anlatıyor:
Çağımıza uymak zorundayız palavrasına hiç mi hiç inanmıyorum. Eğer yaşadığım çağın en yüce ideali köşeyi dönmekse; eğer yaşadığım çağ toplumsal adaletsizlik üzerine kuruluysa; eğer yaşadığım çağ inandığım her şeyi yadsıyorsa; eğer yaşadığım çağa bayağılık ve çirkinlik egemense ben böyle bir çağa neden ayak uydurmak zorunda kalayım? Tam tersine baş kaldırırım, direnirim böyle bir çağa karşı. Bu yüzden dinazorlukla suçlanmak vız gelir bana. Çünkü ben dinazoru tarih öncesi çağların nesli tükenmiş bir hayvanı olarak değil; geçmişin doğruluğunu kanıtlamış ve yadsınamaz değerlerini yeni sentezler yaparak geleceğe taşımayı amaçlayan bir yaratık olarak tanımlıyor, dinazorluğumla övünüyorum.
Kitabın ilk bölümünde Mîna Urgan anılarını ömrü vefa ettiği sürece tamamlamaya çalışacağını söylerken, öteki dünyaya inanmayan biri olarak hatırlanmak istediği için yazdığını, ve belleksiz bir toplum olmamızı önlemek için herkesin anılarını yazmasını yararlı bulduğunu söyler.
Yaşlılığın utanılacak bir şey olmadığından ve iyi yönlerinden bahsediyor Mîna Urgan. Sağlıksızlığı ilginç sanıp, çeşitli illetlerini nerdeyse gururlanırcasına anlatıp duran yaşlılardan olmadığını, çünkü "iyi ihtiyarlamak için yiğit olmak gerekir" sloganını benimsediğini, bunun da aslında onun dinç bir ihtiyar olmasında payı olduğunu anlatır.
Daha önce yaşlılıkla ilgili üzerine bu kadar düşünme fırsatım olmamıştı. Mîna Urgan sayesinde gerçekten farklı bir bakış açısı kazandım, hatta etrafımdaki yaşlılara olan tutumumun da biraz değiştiğini söyleyebilirim.
Gençlik ve yaşlılık ile ilgili şöyle bir alıntısını paylaşmak istiyorum:
Anılarıma başlarken, her şeyden önce, gençliğin bir mutluluk, yaşlılığın ise bir mutsuzluk dönemi olduğu mitosunu yıkmak istiyorum. Gençliğin mutluluğu, gençlerin kendileri dışında neredeyse herkesin inandığı koca bir yalandır. Hiçbir gencin, "genç olduğum için aman ne mutluyum!" dediği duyulmamıştır. Ama her nedense ihtiyarlar "ah! gençken ne mutluydum! diyerek kendilerini aldatıp dururlar. Ailesi ve çevresi tarafından az çok korunan bir çocuk, on altı on yedi yaşına varıp, kimliği henüz gelişmeden, kendini savunma mekanizması henüz işlemeye başlamadan; toplumun, insanların, cinselliğin gerçekleriyle ansızın karşı karşıya gelince, nasıl mutlu olabilir ki?
Yaşlılara da şöyle tavsiye bulunuyor:
Yaşlılığı, saygıyla karşılanması gereken neredeyse kutsal bir dönem değil, biyolojik bir gelişmenin oldukça acıklı bir evresi olduğunu kabul edip, bu evrenin üzücü yanlarından çok güldürücü yanları üstünde durabilmelidirler.
Mîna Urgan diyor ki "İnsanlar gerçekten de alışkanlıklarıyla birlikte yaşlanmalı." Hayatı boyunca yemekten içmekten zevk aldığı şeylerden asla vazgeçmemiş, ancak bu şekilde hala yaşadığını anımsadığını anlatır. Yine bir bölümde der ki,
Gençlerin sağlıklarını korumak gibi bir kaygısı yoktur. Siz de sağlığınızı bir saplantı haline getirmeyeceksiniz. "Yaşlıyım, erken yatmalıyım." demeyeceksiniz, canınız isterse erken yatacaksınız, canınız isterse geç."
Çocukluk adlı ikinci bölümde 3 yaşında kaybettiği, Adalar şairi olarak bilinen babası Tahsin Nahit'den, annesi Şefika'dan ve üvey babası Falih Rıfkı Atay'dan bahseder.
Mîna ismini babası Tahsin Nahit vermiş, Farsça bir sözcük olan Mîna şarap kadehi ya da mavi anlamına geliyormuş. Urgan soyadını kendi isteğiyle almış. (Mustafa Kemal döneminde 18 yaşını geçen bekarlar kendi soyadlarını alabilirmiş) Mîna, içinde U harfi bulunan bir nesne adını soyad olarak istediğini söyleyince Necip Fazıl Kısakürek "Urgan'ı seç" demiş. "Urgan da ne demek?" diye sorunca Necip Fazıl, Anadolu'da ip anlamına geldiğini ve "solculuğundan ötürü günün birinde nasıl olsa asılacağın için, bu soyadı sana ayrıca uygun" demiş.
Annesine büyük bir saygı ve sevgiyle bağlı olan Mîna Urgan bağımsız bir kadın oluşunda annesinin katkılarını yadsımaz. Solcu görüşleri yüzünden 1960 yılında üniversiteden atıldığında bile annesi ona hep destek olmuştur.
Annemin böylesine ilerici ve aydınlık kafalı olması sayesinde, törelere bağlı tutucu bir toplumda kadın olarak yaşamanın ezikliğini hiçbir zaman hissetmedim.
Üvey babası Falih Rıfkı sayesinde baba yokluğunu hiç hissetmez, ona olan düşkünlüğü yüzünden annesiyle aralarında tatsızlık çıkmasın diye küçükken bile yoğun çaba gösterirmiş.
Çocukluğundaki en güzel anısı 11 yaşında bir düğünde karşılaştığı Mustafa Kemal ile sohbeti ve onunla dans edişidir. Mustafa Kemal ile ilgili düşüncelerine şöyle yer veriyor Mîna Urgan:
Şimdi sırası gelmişken kemalist, hem de sapına kadar kemalist olduğumu açık seçik söylemek isterim. Mustafa Kemal benimle dans etti, on bir yaşında bir çocuğa insan muamelesi yaptığı için değil; eğer Mustafa Kemal olmasaydı, ben "ben" olamayacağım için kemalistim. Eğitim görmüş, seksenini geçmiş bir kadının bu memlekette kemalizme inanmaması tamamiyle anormal olurdu. O sırada küçüktüm ama, tramvaylarda erkeklerin oturduğu bölümü kadınların oturdukları bölümden ayıran perdeyi çok iyi anımsıyorum. Mustafa Kemal o perdeyi de, kadınları toplum yaşamından dışlayan perdeyi de, kadınları toplum yaşamından dışlayan perdeyi de yırttı o güzel elleri ile. Kadınların her açıdan erkeklerle eşit olduklarını savundu. İşte bu yüzdendir ki, cumhuriyet ilan edildiğinde yedi sekiz yaşlarında olan, onun yaptıklarını kendi gözleri ile gören bir kadının Mustafa Kemal'den yana olmamasının yolu yoktur.
O sıralarda Büyükada'da sürgünde olan Troçki'nin teknesine yüzerek gidişine de heyecanla yer verir çocukluk adlı bölümde.
Gençliğinden bahsettiği üçüncü bölümde sevdiği mesleği seçmenin mutluluğuyla öğrenim hayatından, arkadaşlarından, Orhan Veli, Melih Cevdet ve Oktay Rıfat ile buluşmalarından büyük mutlulukla bahseder. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Fransız Filolojisi bölümünü bitirir. Akademik kariyerinin nasıl başladığından ve mesleğini zevkle sürdürdüğü yıllarından, ses tellerinde oluşan bir problem sonucu ders veremez oluşundan sonra kitap yazmaya başladığından söz eder. 5 ciltlik bir İngiliz Edebiyat Tarihi, Virginia Woolf ve D.H Lawrance üzerine incelemeler, sevgilim diye bahsettiği Shakespeare ve Thomas More incelemeleri Mîna Urgan'ın benim de okumayı çok istediğim kitapları arasında.
Solcu ve ateist kimliğini hayatını boyunca gizlemeden, mücadeleci ve kendi ayakları üzerinde durmayı başaran, hayata bir değer katabilmenin peşinde olan bir hayat öyküsü Mîna Urgan'ınki. Siyasetle ilgili görüşlerine yer verdiği bölümde 1960, 71 ve 80 darbeleri, TİP, kanlı 1 Mayıs, 89 açlık grevi gibi konulara değiniyor, sosyalizim adına daha fazlasını yapamadığına hayıflanıyor her fırsatta.
Okurken dönüp bir daha okuduğum alıntılardan bazılarını paylaşmak istiyorum:
Ben tarafsız değilim. Açık seçik taraf tutuyorum. Yobazlığa karşıyım, ırkçılığa karşıyım, gericiliğe karşıyım. İnsanların sömürülmesine ve savaşa karşıyım. Sosyalizmden, sevgiden, kardeşlikten, aydınlıktan yanayım.
Yurtseverlikle milliyetçilik kavramları birbirine karışır genellikle. Oysa bu ikisi arasında dünyalar kadar fark vardır. Yurtsever, doğduğu büyüdüğü toprakları sever; kendi milletinin insanlarına yakınlık duyar. Oysa milliyetçi, kendi memleketini yeryüzünün en üstün ülkesi, bu ülkenin insanlarını dünyanın en üstün soyu sayar. Hatta örneğin, Almanya gibi başka ülkelere baskı yapıp, onları egemenliği altına almak ister; böylece faşizme yönelir. İşte bu yüzden de benim gibi enternasyonalizme inanan bir solcunun yurtsever olması çok doğaldır da, milliyetçi olmasının yolu yoktur.
Çünkü üniforma, uydurma da olsa, üniformadır gene de; yani bir otoritenin simgesidir ve halkımız boyun eğer otoriteye.
Mîna Urgan ilham veren bir kadın. Ara ara dönüp tekrar okuyacağım, sevdiklerime en başta da anneme hediye edeceğim bir kitap olacak Bir Dinazorun Anıları.